Deniz, kum, güneş, zeytin, balık, rakı denince akla Ayvalık gelir.
Asırlık Rum evleri, kiliseden bozma harikulade camiler, Ahmet Yorulmaz, Fikret Mualla da Ayvalık’ın diğer renkleri… Bu güzelliklerin etkisi olsa gerek ki sonradan gelenler de Ayvalık’ı başka güzelliklerle taçlandırmışlar. Örneğin bir parka ‘Gezi Parkı’ adını vermişler.
Değerbilirlik gösterip Ayvalıklı ünlü Türkolog- Yazar Feyza Hepçilingirler adına da bir kütüphane kurmuşlar. ‘Rakı- Balık- Ayvalık’ çılar vefanın sadece İstanbul’da bir semt adı olmadığını kanıtlarcasına imza atıyorlar kasabanın belleğine.
Sanki unutulan bir şey de var gibi geliyor bana.
Sabahattin Ali…
****
Profesör Doktor Müzikolog Filiz Ali’nin babası Sabahattin Ali’nin büyükannesinin dedesinin Mareşal Mehmet Ali Paşa olduğunu biliyor muydunuz bilmem…
Ayvalık nüfusuna kayıtlı, çocukluğunu Ayvalık’ta geçirmiş olan Sabahattin Ali’nin Balıkesir Öğretmen Okulu’nda okurken tatillerde annesini görmek için Ayvalık’a gelip gittiğini bilmem işitmiş miydiniz…
Nahit Hanım, Melahat Muhtar, Ayşe Sıtkı ve Aliye’ye olan aşklarını bildiğimiz hayat dolu, atak, heyecanlı Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’nin Ayvalık’taki Uluslararası Müzik Akademisinin kurucusu olduğunu anımsatmaya bilmem gerek var mı…
Filiz Ali’nin babasını etraflıca tanımakta yarar var.
****
Nazım Hikmet ve Mehmet Ali Aybar da Mehmet Ali Paşa’nın diğer kızlarının torunları…
General Ali Fuat Cebesoy da aynı paşanın torunu. Paşanın kızları: Seher, Leylâ, Zahide, Saniye.
Saniye Hanım, Sabahattin Ali’nin babaannesi oluyor.
Babası ise Cihangirli Ali Selahattin Bey adındaki piyade yüzbaşısı. Onun babası da bir deniz subayı.
Sabahattin Ali’nin babası, Balkan Savaşında yaralanınca askerlikten ayrılıp Edremit’e yerleşip bakkal dükkânı açıyor. Birinci Paylaşım Savaşı başlayınca tekrar askere alınıyor. Savaş sona erince ailesiyle İzmir’e yerleşiyor. Tiyatro kiralıyor ama işletemiyor. Karşıyaka’da gazino açıyor, onu da yürütemiyor. Eşi Hüsniye Hanımla sorunlar yaşıyor. Huzursuzluk, tabii ki oğul Sabahattin’i de çok rahatsız ediyor.
1919’da Yunan askeri İzmir’e girince eşini ve iki oğluyla kızını alarak Edremit’e taşınıyor. Şanssızlığa bakın ki Edremit de bir yıl sonra işgale uğruyor. Çok sıkıntı yaşıyor. Çorap, mendil satarak geçimini sağlamaya çalışıyor. Sabahattin Ali de bundan payına düşeni alıyor. İlkokul öğrenciliğinde boynuna astığı işportacı sepetiyle Rum mahallelerinde makara satıyor.
15 yaşında Balıkesir Öğretmen Okulu’na giriyor.
Aşk dolu, sevgi dolu Sabahattin, burada kendisinden on yaş büyük olan Kız Öğretmen Okulu hocalarından birine aşık oluyor.
Babası, annesini İstanbul’daki bir hastaneye yatırdıktan sonra Pelitköylü zengin birinin işlerini takip etmeye başlıyor. Ekonomilerini biraz olsun düzeltiyorlar.
1926’da İstanbul Öğretmen Okulu’na yazılıyor. Okulu bitirip Yozgat’a atanıyor.
1928’de Milli Eğitim Bakanlığınca açılan sınavı kazanıp Almanya’ya gidiyor.
Okulda bir Alman genci “Bu parazit Türkleri buradan kovmalı” deyince o gence sözünü geri almasını söylüyor. Sözünü geri almayan Alman gencin suratına tokadı yapıştırınca 1930’da ülkeye dönmek zorunda kalıyor. Oysa dört yıllığına gitmişti Almanya’ya…
Dönüşte Resimli Ay dergisinde yazmaya başlıyor. Sabiha- Zekeriya Sertellerin dergisi olan Resimli Ay’da… Bir süre Aydın Sanat Mektebi’nde çalışıyor. 1931’de Konya Karma Ortaokuluna atanıyor.
Bu arada aşık olduğu kızların sayısı da üç oluyor.
“Dünyaya herkes kaderinde olan bir görevi yapmak için gelirmiş. Ben de zannediyorum ki sadece âşık olmak, zaman, yer ve mekân düşünemeden âşık olmak için gelmişim.” diyen biri o!
Gazi Hazretlerine bir şiirinde hakaret etti diye Konya’da cezaevine düşüş, ardından Sinop Cezaevi günleri…
Cumhuriyet’in 10. Yılı nedeniyle çıkan af onun özgürlüğü oluyor.
Aliye Hanımla evleniyor. Kızı Filiz’i kucağına alıyor.
Aliye’sini öyle seviyor ki, ona yazdığı mektuplarda ‘ gözlerinden öpüyorum.’ Demiyor.
“Gözlerinden ve dudaklarından hasret ve coşkuyla öperim bir tanecik sevgilim.” Diyor.
Aşk ve coşku dolu bir adam Sabahattin Ali.
3 Mayıs 1944… Türkçülerle olan mahkemesi… Nihal Atsız’ın bu mahkeme sonucu 6 ay hapis cezasına çarptırılıyor… Devlet, o günlerde konjonktür gereği Turancılara karşı duruş sergiliyor.
“… bu kişiler gençlerin temiz milliyetçilik ve vatanseverlik duygularını sömürerek kendilerine yandaş toplamakta ve ülkeye zararlı ideolojilerini gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.”
O günlerde devletin faşistlere olan bakışı böyle…
Milli Eğitim Bakanlığında Tercüme Bürosunda görev alıyor…
1944 yılının yaz aylarında, Devlet Konservatuvarında görev yaptığı günlerde akrabalarını ziyaret için Edremit’e gittiğinde dağlara çıkıp gezerken yanlışlıkla casus diye yakalanıp korucular muhafazasında altı saat güneşin altında köyden köye dolaştırılıyor.
Arkadaşlarıyla, Sabahattin Eyuboğlu- Cevat Şakir önderliğinde Mavi Yolculuklarda yer alıyor.
Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda görev yapıyor. Bir yandan da Devlet Konservatuvarında dramaturg olarak çalışıyor.
Aziz Nesin ile Marko Paşa’yı çıkarıyor. Devlet, tahammül edemiyor bu dergiye. Her ikisi de ikişer hafta tutuklu kalıyor içeride. Eziyet görüyorlar.
Bir ara Aziz Nesin’le atışıyorlar. Aziz Nesin kızgın mı kızgın ama değerbilir.
“Karşılıklı tartışmalarımızda ikimizin de haklı olduğu taraflar var fakat ben yüzde 52,5 haklıyım.” Diyor arkadaşına.
22 sayı çıkıyor Marko Paşa. Çıktığı sürece 10 kez mahkemeye veriliyor, 11 matbaa değiştirmek zorunda kalıyor. Büyük şehirlerde 33 kez Marko Paşa aleyhinde gösteriler düzenleniyor.
Topu topu dört sayfalık bir gazeteydi ama herkesin dikkatini çeken bir özelliği vardı. 1947’de kapatılıyor.
Ardından Merhumpaşa adlı gazeteyi çıkardılarsa da ancak bir sayı oluyor bu.
Cemil Sait Barlas’a hakaret etti diye tutuklanıyor.. Sultanahmet ve Paşakapısı Cezaevlerinde üç ay hapis kalıyor. Ona sıkıntılı günlerinde Sabiha- Zekeriya Sertel sahip çıkıyor.
Mehmet Ali Cimcoz ve eşi de Serteller kadar omuz veriyorlar ona. Hiç yalnız bırakmıyorlar.
Muhalefetine Malûm Paşa ile devam ediyor.
Bomba gibi yazılarıyla gericilere, yolsuzluk yapanlara ve Amerikan uşaklarına saldırıyordu.
Malûm Paşa da kapatıldı. Sabahattin Ali durur mu?
Bu kez Merhum Paşa’yı çıkarıyor.
Dördüncü sayıdan sonra o da kapatılıyor.
Karısına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Paşalar karıştıkça satış düştü, ziyan etmeye başladık. İki haftaya kadar Ali Baba’yı çıkaracağım.”
Bu iş için Rıfat Ilgaz’la birlikte hazırlıklar yapıyor.
İlk sayının başlığı şöyle: “Millet haramilerin elinde.”
Rahat vermiyorlardı. Cezaevine düşmek korkusuyla 1947 Kasım’ında bir başka değerli dostu Rasih Nuri İleri’nin evine sığınmak zorunda kalıyor. Ali Baba’yı gizlendiği yerden yönetecekti.
Yakalandı, ifadesi alındı, tutuklandı. 12 gün sonra serbest bırakıldı.
Yakın dostu Mehmet Ali Aybar’ın çıkardığı ‘Zincirli Hürriyet’ gazetesindeki yazısı nedeniyle 5 Şubat 1948’de kovuşturma açılıyor.
Bu olay çok canını sıkıyor. Yurtdışına çıkma hayalleri kurmaya başlıyor. Yazdıkları, konuştukları nedeniyle sürekli soruşturuluyor olması, polis takibi, faşist zihniyetlilerin hücumları canına tak etmiş gibiydi sanki…
****
Nadir Nadi Cumhuriyet’te "Yabancı sermaye nasıl girer?” başlıklı bir başmakale yazmış. Yabancı sermayenin nasıl girdiğini Nadir Nadi anlayamamışsa anlatalım:
“Evvela Hello Johny, My Darling, Yes, Okey girer. Arkadan Amerikan zırhlıları girer, bahriyelileri girer. Daha arkadan danışman kurul, denetleme kurulu girer. Ondan sonra, gerekirse borç verileceğine dair haberler girer. Bu arada bazı yazarlar deliğe girer, bazı yazarlar Türkiye’yi Amerika’nın sınırı olarak gösterirler. Ve sonunda ucu dünyanın merkezinde bulunan asıl kazık girer ki her kıvranışta biraz daha girer.” Diyordu bir yazısında.
Bir başka yazısında da;
“ … Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun. Herhangi bir karar alınırken İzmir’deki ortak tüccar, İstanbul’daki ortak milyoner değil, bu kararların altında beli bükülen çoluk çocuk, inleyen yığınlar göz önünde tutulsun.
Biz istiyoruz ki, bu topraklar üzerindeki insanlar kafalarında taşıdıkları fikirlerinden ötürü değil, bu yurdun ve bu halkın yararına yahut zararına yaptıkları işlerden hesap versinler.
Biz istiyoruz ki, bu topraklar ve onun üzerinde yaşayan insanlar hiçbir yabancı devletin oyuncağı olmasın. Bir karış toprağımıza, bir tek vatandaşımıza bile göz dikilmesin.
Böyle düşünmek ve bunları istemek bir suçsa, hemen haber versinler bu suçu işlemekten vazgeçelim. Yok bunlar suç değilse o zaman bizi açık ve sinsi yollardan kahpece vurmaktan vazgeçsinler. Çünkü namuslu insanlar bu kadar kirli yollardan gitmeye lüzum da görmezler tenezzül de etmezler.”
****
Bulunduğu her ortamda düşüncelerini dile getiren, aklından geçenleri gazete ve dergilerde yazan, derin kültürü nedeniyle devrin bakanları/ milletvekilleri/ yazarları/ şairleri/ düşün adamlarıyla bir arada olan, sevilen, sayılan bir aydındı Sabahattin Ali.
Bulunduğu her ortamda kendisini dinleten, yaptığı şakalarla ortalığı kırıp geçiren, engin kültürüyle herkesi kendisine hayran bırakan Sabahattin Ali, 1948 yılında başına taşla vurularak öldürülüyor.
2003 yılında CHP Denizli Milletvekili Mustafa Gazalcı TBMM’ye sunduğu bir soru önergesinde şöyle diyordu:
Sabahattin Ali’nin öldürülmesi ve yargılanmasıyla ilgili devletin elindeki gizli belge ve bilgilerin tarafıma bildirilmesini dilerim. Sabahattin Ali’nin öldürülmesini kimler istemiştir? Bu konuda öldürene kimler emir vermiştir? Sabahattin Ali öldürüldüğünde üzerinde yazı, not, vs. var mıydı, varsa nelerdi?25 Şubat 1907’de Bulgaristan’ın Eğridere köyünde doğan Sabahattin Ali, 2 Nisan 1948’de Kırklareli toprağında sonsuzluğa yürümüştü.
Katili, katilleri bir türlü bulunamadı.
Kuyucaklı Yusuf, Değirmen, Sırça Köşk, İçimizdeki Şeytan, Kağnı-Ses, Dağlar Ve Rüzgar, Kürk Mantolu Madonna gibi yapıtlarıyla Türk Edebiyatını etkileyen bir figür olarak edebiyatseverlerin gönlünde hâlâ yaşıyor. Şiirleri şarkı olarak dillerde dolaşıyor.
Yapıtlarıyla okuyanını hâlâ etkiliyor.
****
Beni de çok etkiledi.
20 yıldır Ayvalık havasını soluyorum. Kuzey’in deli rüzgarlarıyla haşir neşirim… Dağlara doğru çıktığımda hep o geliyor gözümün önüne.
Dağlara çıkıp rüzgarlarla konuşuyor gibi oldukça hep onun iki dizesini mırıldanıyorum:
“Bu dağların bir rakibi varsa rüzgardır
Rüzgar burada tek başına hükümdardır”
Kozak Yaylasına, Demircidere ve Beşiktepe köylerine çıktığımda ise hep onun şiirlerini haykırasım geliyor.
“Başım dağ, saçlarım kardır
Deli rüzgarlarım vardır
Ovalar bana çok dardır
Benim meskenim dağlardır “
Dağlar ve rüzgarlar bana hep onu anımsatıyor.
****
Annem, yoğun bakımda yatıyordu. 2015, ona iyi gelmemişti.
Bergama’daki öğretmenlik yıllarımda lojmanda Orhan Kemal’in romanlarını okuyorduk hep. Annem ve babamla… Üçümüzün Kemalistliği Orhan Kemal’dendir.
Sabahattin Ali de Orhan Kemal’in kitaplarının yanındaydı. Kağnı- Ses’i okuyan annem de babam da çok etkilenmişti o öykülerden. Yıl 1982 idi.
Bir Ayvalık akşamında annemle anlaştık. Ayvalık’ın iki köyüne kütüphane açacaktık. O günlerin belediye başkanı Rahmi Gençer’e düşüncemi açtım.
22 Ocak 2015’te görkemli bir törenle Bağyüzü köyünde Orhan Kemal Kütüphanesi’ni açtık. Rahatsızlığı nedeniyle annem katılamamıştı, kardeşim Ali Şiri’yi göndermişti.
2050 kitapla açtığımız kütüphane hakkında Kaymakam Beye bilgi verdiğimde o da şaşmıştı. Ve açılışa katılanlara bu kütüphaneyi neden Orhan Kemal adına açtığımızı açıkladı.
Ailece çok sevip saydığımız Orhan Kemal’i Ayvalık’ın köyünde yaşatma heyecanımıza ortak olmuştu Kaymakam Bey.
15 Temmuz 2015’te ise Beşiktepe Köyü’ndeydik.
39. Kütüphanemizi açmak için…
Annem yoğun bakımdaydı.
Sabah, yanından ayrılırken “Akşama dönerim annem” demiştim.
15 Temmuz 2015 günü, Ayvalık’ın en yüksekte bulunan köylerinden birindeydim. Beşiktepe’de… Halk müziği sanatçısı Mustafa Öztürk ile…
Sabahattin Ali Kütüphanesi’nin açılışında…
Annem yanımda olsa onun bir şiirini okuyacaktı. Bir de türkü…
Başkan Rahmi Bey, açılışa Filiz Ali ile gelmişti.
Annemi soranlara “Yoğun bakımda” derken içim kan ağlıyordu.
Ama biliyordum ki o, benim kadar mutluydu bu kütüphaneyi açacağımız için…
Dağların tepesinde, deli rüzgarların ocağında 2100 kitapla Sabahattin Ali Kütüphanesi’ni açıyorduk. Şiirle, türküyle, sözle…
Ona ait fotoğraflarla, onun bütün kitaplarıyla…
Türk ve Dünya edebiyatına ait yüzlerce roman, öykü, şiir kitaplarıyla, dergilerle, sözlüklerle, kaynak kitaplarla…
Sabahattin Ali öldü diyorlar.
Öldürüldü diyorlar…
Hadi canım sen de!
Beynimize kazımışız biz onu. Yüreğimize nakşetmişiz.
Öğrencilerime anlatmışım defalarca… Öykülerini okumuşum onlara…
Öğrencilerim şimdi kırkında… Eminim onlar da anlatmıştır eşlerine dostlarına, çocuklarına…
Belki de onun gibi öykü yazmaya çalışıyorlardır şimdi.
Hatta düşünüyorlardır bile, o günlerde kimlerin Cumhurbaşkanı ve Başbakan olduğunu…
Katil ya da katillerin kim olduğunu merak bile etmediklerine eminim.
Satılık, uşak, köle ruhlu, sünepe, onun bunun maşası birini bilseler ne yazar ki…
Che’yi öldürenin kim olduğunu kim merak etmiş ki…
Deniz Gezmiş’in boynuna ilmeği geçiren zavallıyı kim bilmek ister ki…
****
Yazar dediğin, öğretmen dediğin, gazeteci dediğin biraz Sabahattin Ali olacak.
Yaşıyor olsaydı ‘do’ tonunda haykırıyor olacaktı şimdi:
---- İdlib’te, Libya’da bizim işimiz ne?
---- 34 askerimiz katledilmişken neden ulusal yas ilan edilmez?
---- O kadar şehit varken iptal edilmeyen futbol maçları ayıp olmuyor mu?
---- Onca şehit varken televizyon ekranlarında gülümsemek neyin nesi?
Demem şu ki;
Ayvalık’ın hem girişine hem çıkışına birer Sabahattin Ali heykeli…
Kitabesine de koca koca koca şunlar yazılmalı:
‘Millet Haramilerin Elinde!’
‘Ali Baba (1948)’ notunu düşer mi düşmez mi artık ona da Sayın Başkan Mesut Ergin karar versin.
salim cetin 5 Yıl Önce
Kalemine sağlık. Derli toplu bir Sabahattin Ali tanıtımı...