Geçenlerde sosyal medyada paylaşılan bir video izlemiştim. Bir sokak röportajı. Yoldan geçenlere hayatlarından memnun olup olmadıklarını soruyorlar. Katılanlar içinde hayatından yakınanlar yok değil, ama birçoğu, başlarına gelen olumsuz tüm olayları kötü talihe, kadere bağlamışlar. İnançları nedeniyle, hiç kimseyi sorumlu görmüyor ve her şeyi kabullenmiş oluyorlarsa, artık onlar için söyleyecek bir sözümüz kalmıyor. Nitekim bu videoyu paylaşanlardan biri altına şöyle bir not düşmüş: Bu insanlar ne kadar da kolay yönetilir!
Merak bu ya, bilimsel bir araştırma yapıldığını varsayalım. Diyelim ki bize yeniden bir yaşama şansı verildi. İçimizden kaç kişi aynı hayatı sürdürmek ister. Elbette ki varsıl, mutlu, bilge, olanaklarıyla yetinen, başarılı, iyi bir evliliği olanlar için tümüyle farklı bir hayat beklentisi içinde olmalarını beklemiyorum. Onların tersine her tür olumsuzluk içinde yaşamını sürdürenler, mutlaka değişik bir hayatı özleyecektir.
İyi de bundan daha doğal ne olabilir diye sorabilirsiniz. Biliyorum, ancak Montaigne’in, bir denemesinde yer alan, eğer hayatını yeniden yaşayacak olsaydı, aynısını yaşamayı seçerdi sözü, nedense aklıma takıldı. Ünlü düşünür bunu söylerken yaşamından memnun olduğunu mu, yoksa onu olduğu gibi kabullendiğini mi söylemek istemiştir diye düşündüm. Kendini Epikurosçulara yakın gören biri için ikinci seçenek bana nedense daha doğru göründü. Biraz açmam gerekirse, yazgısını seven, ona katlanabilen bir düşünsel akımın temsilcisi olarak Montaigne, Stoacı Epiktetos’un şu sözlerini benimsediğini görüyoruz:
“Her şeyin istediğiniz gibi olmasını dilemeyin, dileyin ki her şey gerçekte olması gerektiği gibi olsun; o zaman hayatınız huzurlu olacaktır.”
Aktardıklarına göre yine bu akımın temsilcilerinden Seneca’nın astımı varmış ve kriz geldiğinde boğulacak noktaya geliyormuş. Çoğu kez öleceğini hissetmesine karşın, bunu düşünsel fırsatlara çevirerek, başına gelenleri kabullenir, kriz geçtiğinde de kendini çok daha güçlü görürmüş. Ayrıca en çok korktuğu şeylerin üzerine hiç sakınmadan gidermiş.
Amor Fati olarak dile getirilen bu düşünsel akım, Friedrich Nietzsche’nin yapıtlarında sıkça karşımıza çıkar. Bu ünlü Alman düşünürü, bir mektubunda şöyle diyor: “Kaderci bir şekilde Tanrı’ya teslim olma ruh hali içerisindeyim. Buna Amor Fati diyorum, o kadar ki, bir aslanın açık ağzına doğru bile koşabilirim.”
Düşünürlerin söyledikleri bir yana… Öncelikle yazgıya ne kadar inandığımızı sorgulamak gerekir. Eğer başımıza gelen her şeyin kendi dışımızdaki bir güçten kaynaklandığına inanıyor ve doğal karşılıyorsak, o zaman bunlara katlanmak için geçerli bir nedenimiz var demektir.
Kendi payıma konuşmak gerekirse:
Yazgısını sevme kavramı bana oldukça itici geliyor. Başıma gelenlere özgür irademle sabır gösterebilir, katlanabilirim. Oysaki bir inancın gereği olarak onu körü körüne benimsemek, doğrusu hiç akla yakın gelmiyor; ama bunu kullanan siyasetçilerle de kuşatılmış olduğumuzu görmezden gelemeyiz.