Geçen hafta başka bir eve taşınınca bir yazı kaleme almıştım..Sonuçta bir semtten bir başka semte gidiyorsunuz, Yahya Kemal’in deyimiyle başka bir dünyanın kapısını aralıyorsunuz.
Taşındığınız semtin fiziki yapısı, mimari durumu, parkları, meydanı, her gün otobüs beklediğiniz durağı ya da alışveriş ettiğiniz bakkalı bile farklı.
Bütün bunlar her insanda yeni bir hissiyat yaratır, işte ben de bu duygulardan hareketle yazmıştım.
Sonra…
Fark ettim ki daha çok semti yazmışım…
Şimdi evi yazayım dedim, ama bu kez ilk doğduğum ev kalemime takıldı, Erzurum’ a ilk evimize gittim.
Kısmet olursa öbür yazıda şehirdeki evi de yazmayı düşünüyorum.
Ama bir sözüm daha var; o da kütüphanemi yazacağım.
Kitaplarımı ayıklarken yer darlığından götüremediğim Doğan Avcıoğlu kitaplarını, Yalçın Küçük’ün eserlerini, sonra evin kapısında geçen birine veririm diye beklettiğim ve her seferinde bir dosttan ayrılır gibi olduğum "Cumhuriyet Dönemi" ni anlatan 6 ciltlik ansiklopediyi verirken yaşadıklarımı anlatacağım.
Sonra kitapları, kendime ait bir odayı vs.….
****
Herhalde 10 ev değiştirdim bugüne dek.
İlk hatırladığım Erzurum’ da, köydeki evimiz.
40 Haneli bir köyün ortasında, bir yanı dereye yakın bir yanı tarlalara çıkan bir ev..
Kış aylarında sürekli sobanın yandığı, kaynayan çayın hiç eksik olmadığı, her gelene ikram edildiği bir bereket odağıydı sanki burası.
Her saat evde komşulardan biri olurdu, eğer o da yoksa yakın köylerden gelen bir misafir bu evi şenlendirirdi.
Ev dediğimde sakın birkaç oda falan sanmayın bir misafir odası bir sürekli oturulan salon bir de kiler..
Oturulan odadaki divanın altı mesela patates dolu olurdu, kiler gibi kullanılan kısımda buğday ambarı vardı.
Uzun kış gecelerinde dışarıda uğuldayan ayazla karışık soğuk evleri kuşatırdı adeta.
Evin dışı buz keserdi, içerde yanan soba ateşi.
Ninem akşamları dışarı çıkacağım zaman arkamdan seslenirdi:
"Aman uzaklaşma kurt kapar!"
Derenin öbür yanında uluyan kurt sesleri eve kadar gelirdi.
Sonra kış biter yaza dönerdi mevsim.
Soğuk kış gecelerinden sonra ev birden yeşile kesilir, çayırların, tarlaların, harmanda sürülen ekinin güzelliği evin içine kadar yansırdı. Tolstoy’un Anna Karenina romanındaki gibi uçsuz bucaksız yeşil çayırlar, tırpan sallayan insanlar, onlara yemek götüren genç kızlar evin yarıçapı içinde sanki bir tabloya yerleştirilmiş parçalar gibi yerlerini alırdı. Kısa bir yaz dönemi sonunda gene kış başlar, ev tekrar sobasıyla, sıcağıyla, gelen misafirleriyle hayatın başköşesine otururdu.
Bu evde babamın sabah namazından sonra sesli okuduğu dua ile uyandığımızı anımsıyorum.
Sonra sobayı odunla doldurup ateşleme faslı başlardı, bu seslere sabahın erken saatlerinde bütün kardeşler uyanırdı.
Zaten biraz geç kalkan, babamdan "Öğlen oldu siz hâlâ kalkmadınız." zılgıtını yerdi.
Onun için erken kalkmak kural gibiydi bizde.
Babamın sabah namazı ve duası sesli olurdu. Kimi zaman duadan sonra hızını alamaz Âşık Sümmani’ den bir iki türkü araya sıkıştırırdı.
Soba yanar sonra radyo açılırdı, yurttan sesler başlardı.
Yanık türküler evin duvarlarına çarpar, evi hüzne boğardı.
Artık kalkma vaktiydi, gün ağarıp yaşam başlıyordu.
Şimdi düşünüyorum, çocukluğumun bu sıcak evi Behçet Necatigil’ in şiirinde tarif ettiği “Evin de hali” ne girer miydi?
"Evin – de hali-, saadet,
Isınmak ocaktaki alevde
Sönmüş yıldızlara karşı
Işıklar varsa evde" (1)
(1) Behçet Necatigil, Evler, de yayıevi, 1953, İstanbul:evin halleri shf.6
Gürol Tulunay 4 Yıl Önce
Evvelkini okumuştum, çok hoşlanmıştım, bu da öyle, bir diğerini merakla bekliyorum arkadaşım. Çok keyif aldığımı da söylemek isterim. Kalemine sağlık. Öykü yazmalısın diye düşünürüm, belkide sen yazıyorsundur ben bilmiyordum...Sağlık ve esenlikler dilerim Salim
Savaş DOĞRUSÖZ 4 Yıl Önce
Sıcacık bir yazı.Güzel.