İzmir yazılarını ilgiyle takip ettiğim sevgili dostum Gürol Tolunay, "Urla’yı yaz" deyince durdum yeniden düşündüm ve içinde olduğum şehre bir kez daha baktım.
"Sana bu gün bir tepeden baktım aziz İstanbul" diyen büyük şair Yahya Kemal’in İstanbul’a duyduğu büyük aşk gibi.
Ya da hayatının büyük bölümünü Urla’da geçirmiş, romanlarına ve şiirlerine Urla sevgisini katmış büyük yazar, şair Necati Cumalı’nın şiirine yansıttığı gibi.
"Bekçi Ethem, yol çavuşu Ali Rıza,
Kürt Ziya, ben
Süleyman’ın kahvesinde
Pişpirik oynuyorduk
Dışarısı ışık denizi
Hava limonata
Ethem bir ara
Dışarı baktı baktı
Urla’mız güzel dedi."
Güzelbahçe sınırını geçip, Körfez’in nazlı dalgalarıyla yarışa yarışa Urla sınırına vardığınızda Cumalı’nın "Dört Kollu Pişpirik" başlıklı şiirinde dediği güzellik sizi karşılar.
Bir yanda başta zeytin ağaçlarıyla bezeli yeşil bir doğa, diğer yanda ise İzmir Körfezi’nden taa buralara kadar uzanmış Ege Denizi’nin küçük koylara ayrılmış güzellikleri.
Urla’nın her yanına serpiştirilmiş, gittiğiniz her yerde aniden önünüze çıkan koylar; şaşırırsınız,
"Daha önce neden görmedim?" diye hayıflanırsınız.
Gergefte işlenmiş nakış misali; Çeşmealtı, İskele, Özbek Köyü’ne bağlı Akkum, İçmeler; oradan denizin Seferihisar tarafına bakan köylerini içine alan onlarca koy..
Saymaya kalksanız kara parçasından daha çok çıkar…
Bu koyların bir bölümü; Karaburun, Foça, Çeşme, Alaçatı’yı çevreleyen açık denizlere açılır…
***
Sadece deniz ya da koylar mı?
Urla’ya gittiğiniz yolun her iki tarafı da yeşille kaplıdır; zeytin ağaçları, limon, mandalina…
Sonra Ege’ye özgü onlarca çeşit ot, makilikler, enginar tarlaları…
Eğer otoyoldan gitmiyorsanız bütün bu nebatat, arabanızın tamponuna değer, size arkadaşlık edebilir.
Diyelim ki, Klizmanı, Güzelbahçe’yi geçip Urla’nın denize komşu bölümü olan İskele’sine vardınız; ilk sizi Antik dönemin tarımsal işliği olan Klazomania Zeytin İşliği karşılar. Hemen karşı çaprazında da Urla tarihinin başladığı yer olarak kabul edilen Limantepe..
Limantepe’nin biraz ilerisinde denizin içlerine kadar burnunu uzatmış ve sırtını ormana dayamış Karantina Adası oradan size el sallar.
Yürüyün İskele’nin içlerine doğru 1900 Urla doğumlu ve Nobel ödüllü Yorgo Seferis’in evi, sanki hiç bozulmamış sokağı, Burgaz Ada’ya benzeyen kıyıya dantel güzelliğinde sıralanmış restoranlar karşınıza çıkar, tek eksik Sait Faik’in yokluğudur burada.
Urla denilince birkaç parçadan söz etmek gerekiyor; İskele, Çeşmealtı ve kara kısmında kalan denize yarım saat uzaklıktaki kasaba Urla.
Hepsi toplanınca Urla ediyor. Buna köyleri katmıyoruz bile.
Çeşmealtı, İskele’den sonra kıyı boyu uzanan Urla’nın denizle buluşan büyük parçalarından biri; İzmirlilerin deyimiyle, sayfiye yeri.
Yaz dönemi iğne atılsa yere düşmeyen, sonbaharla bir herkesin evine çekildiği, yazlıkçıların İzmir’e dönmesiyle oluşan büyük yalnızlığın ve hüznün; yollarına, müşteri bekleyen, bulamayınca dalgalarla adeta konuşur gibi bekleyen boş masalarına, balık artığı bekleyen kedilerin yüzlerine sindiği her halinden belli olan terkedilmiş kasaba.
Sanki size ‘Ben bunun hıncını alırım, hele bir kış geçsin..’ der gibidir...
Parçanın büyüğü kara kısmındaki Urla’dadır.
BİRAZ TARİH…
Eğer Urlalı birine soracak olursanız, biraz sıkıcı olmakla birlikte, başlar anlatmaya:
Urla’nın Antik dönem boyunca 12 İyon kentinden biri olduğunu gururla söyler size.
1300’lü yıllara kadar Bizans ve Pers yönetimlerinin etkin olduğunu Büyük İskender’ den sonra bu yerleşim yerinin Osmanlı’ ya geçmesinin ise 1425- 26 yılları arasında olduğunu belirtir.
Gezenler bilir, bu gün bile ihtişamla ayakta duran ve hizmet veren Urla merkezdeki Fatih İbrahim Bey Camisi bu dönemin eserlerinden biridir.
İdari olarak da 1451 yılında Urla, İzmir kazasına bağlı bir nahiyedir. [1]
Nahiyedir ama İzmir’ e o günkü ulaşım koşullarında 6 saatte varılan bir nahiyedir.
İlave edilecek bir sosyal durum ise Osmanlı’ya geçişinden beri Urla’daki Rum nüfusun azalmayıp, artma seyri izlemesidir.
Buna, Adalardan özellikle de Naxos Adası’ndan, bağ ve zeytinliklerde çalışmak üzere, Rum kökenli işçilerin gelmesinin neden olduğu belirtiliyor.
Besim Uyal, “Urla ve Nostalji” [2] adıyla yayımladığı anılarında 1919’lu yıllarda Rum nüfusun 40 bin, Türk nüfusun 7 bin 500 olduğunun altını çiziyor.
Görüldüğü gibi Urla, ülkemizin 1960’lardan sonra kırdan kente göç politikasının getirdiği sıkıntılara maruz kalmamış, ama tarihin derinliklerinden kaynaklanan başka nedenlerle göçlerden başını alamamış bir yerleşim yeridir.
Adalardan, Balkanlardan, Girit’ ten sürekli gelen olmuş, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla da (12.9.1922) bu kez göç tersine dönmüş, Urlalı Rum’ların Yunanistan’a gönderilmesi sağlanmış.
BİZİM URLAMIZ…
Doğma büyüme Urlalı değiliz ama yukarıda Osmanlı’nın nahiyesi, öncesinde 12 İyon kenti olarak varlığını sürdürmüş bu Urla’ya 20 yıldan beridir gelir gideriz.
Hemen her hafta, her ay ve her yaz bu ilçeye koşa koşa geliriz.
Yaptığımız sonuçta ucu Urla’da biten bir yolculuk…
Lawrence Durell’in dediği “En iyi yolculuklar sadece bizi dış mekânda hareket ettirmezler, aynı zamanda içe döndürürler.” dediği türden yolculuk…
Bir turistik gezi gibi görülse de aynı zamanda Durell’in dediği gibi bizi içimize de döndüren yanları olan bir yolculuktur bu.
Yaşadığımız şehirden, ülkenin çözülmeyen devasa sorunlarından, sıkılan kendi ruhumuzdan kaçış vardır bu yolculuğun müktesebatında.
Ruhumuzun arınması, hafiflemesi amaçlanır…
Bu yüzden yazlıkçılar için bir limandır yazlığa gidilen yerler ve tabii ki Urla’da bizim için böyledir.
Yaz coşkularının tarifsiz heyecanını karşılayan gizemli bir yer.
Galiba istediğimiz, tarihte onca acıyı yaşamış şehrin kendi dertlerinden azade olarak bize sorunları hafifleten bir açı sunması, eskilerin deyimiyle böyle bir zaviyeden bakışı içimize resim etmesidir.
Bizi yormamasıdır...
Çünkü zihin dünyamız bu yolculuğun daha başında 'yazlıkçı' kavramı içindeki çağrışımları kuşanarak yola çıkmıştır.
Adına ne derseniz deyin, kim istemez ki; betondan, trafikten, devasa büyük binalardan kurtulup "Küçük olan güzeldir" denilenin bir şehrin yeşillikleri içindeki bir koy’unun kenarında, denizin dalgalarıyla haşır-neşir bir beldede yaşamayı..
İşte biz de bunu isteyenlerdendik.
Sonra yıllar geçti 'yazlıkçı' olmaktan yavaş yavaş Urla’nın sakini olmaya doğru bir süreç başladı hayatımızda.
Evet, Urla bizim yaz heyecanımıza karşılık veriyordu ama bundan öte bir şeyler daha olmalıydı.
Kaldıkça ve seneler ilerledikçe hayatımızın hafif meşrep yanı olan yazlıkçı kavramıyla Urla’yı açıklamanın, bu pencereden bu şehre bakmanın, kendi kimliği ve kişiliği olan bu küçük şehre haksızlık olacağı aşikârdı.
YAZLIKÇI OLMAKTAN ŞEHRİN SÂKİNİ OLMAYA DOĞRU…
Öyle ya onlarca göç dalgasını yaşamış, bundan yorgun düşmüş bir Urla vardı karşımızda. Kurtuluş Savaşı sonrası nüfusunun yarısını başka bir ülkeye zorunlu olarak göndermek durumunda kalmış; öncesinde 1850’lerde Adalardan, 1911 Balkan Savaşı sonrası bu coğrafyanın değişik şehirlerinden gelenler olmuş; üstüne mübadiller, Giritliler…
Gelen gidenin hesabını tutmaya kalksanız işin içinden çıkamıyorsunuz!
Göç’le ortaya çıkan öfke ve nefret duygusu; yürekleri [Mh1] burkan yarım kalmış aşklar…
Bagajı bu kadar dolu bir şehir…
Besim Uyal, yarım kalmış bir aşkı kitabında anlatır.
Şirince’deki travmaları da bidiğiniz gibi Dido Sotiri’nin “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitabında okuyabilirsiniz.
Göç’le bu kadar örselenmiş bir şehir, bunun üstüne bir de yazlıkçıların akınına uğruyor.…
Onca travmayı yaşamış şehirler yaralarını acaba bu kadar sosyal hareketlilik içinde çözebilirler mi?
Gelenlerin, bir yanlarının başka yerlere gitmekte olduğu, ya da sorunlara hep uzak mesafeden baktıkları bir ruh ikliminde bu mümkün mü?
Aslında sorulması gereken bu soruyu biz sosyologlara havale edelim şimdilik.
***
Her şeyin eskimesi gibi insan bazen yolculuktan da sıkılıyor, içinde gördüğü dünya da ona çok geliyor, Atilla İlhan dizesindeki gibi “İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur” da olduğu gibi.
Sizi sarmalayan, içinizi dinleyen şehirden bir müddet sonra uzaklaşıyorsunuz.
Edip Cansever'in “insan yaşadığı yere benzer, oranın toprağına suyuna” demesindeki diyalektik çelişki midir sizi uzaklaştıran, sevdiğini kıyasıya eleştiren konumuna iten?
Bundan tam emin değilim, ama bildiğim, Urla’nın kasaba olmaktan gelen sakinliğinin bizim yaz haşarılığımıza artık cevap vermiyor olmasıdır. Ya da başka bir deyişle bizim de artık yorulmuş olduğumuzdur. Ortada bir senkron sorunu var…
Her yaz sonu yaşanan dramatik ayrılıklar, şehre yeniden dönerken yapılan muhasebeler…
Arkada; boşalan siteler, yalnızlaşan dalga sesleri, denizin kendilerine kaldığının keyfini süren karabatak kuşları, martılar…
Urla’nın deniz tarafındaki onlarca koyda ve buradaki sitelerde bu manzarayı sık görürsünüz; sanki şehir yeniden tanzim ediliyor, kış kimliği yeniden giyiliyor.
Osmanlı Çarşısı tadındaki Malgaca buna örnektir
Yaz meyveleri buradaki manavlarda yok olmaya yüz tutmuş, mandalina, portakal, lahana çeşitleri başköşeye kurulmuştur.
Ayağında yarım çizme, kış için hazırlığa başlamış köylerden gelenlerin, oturduğunuz şık kafeye yakın bir dükkândan bağ bıçağı, fide ekmeye yarayan aparatlar aldıklarını görürsünüz.
Bunun iyi yanı hayatımızdan çıkmış olan köy’ün, tarımın, kırsal olanın elinizin değeceği kadar yakında olmasıdır.
Bu, Selim İleri’nin değişiyle insana iyi gelen bir şeydir; bu yüzden romanlarında bahçeleri sık anlattığını söylüyor.
Ülkemizin diğer ilçelerini bilmem ama bu durum Ege kasabalarının hâlâ kırla ilişkisinin devam ettiğine de işarettir.
Dolayısıyla buralarda rafine bir kent kültürün özgün yanından çok kırsalla harmanlanmış bir melez kültürün, ayrıca dışardan gelenlerin de beraber getirdikleri daha çok yeme içme pratiği etrafında gelişen eğlence ağırlıklı bir kültürel yapının oluştuğunun göstergesidir.
Büyük şehrin kültürel çeşitliliği, buna eşlik eden aktiviteler kasabada küçülmüş, butik niteliğe bürünmüştür adeta.
Kültürün yapıcıları burada atomize olmuş küçük gruplardır. Bunlar birbirlerini tanırlar. Bu yüzden kamusal mekânlar yerine mümkünse geniş bahçeli evlerin bahçeleri, villalar, konaklar, varendalar bu grupların tercihidir…
Görüldüğü gibi eğlencenin ve bir araya gelmenin bile nerdeyse özelleşmiş olduğu bir durumdur bu…
Dışardan görülmeyen ancak içinde olanın yaşadığı bir hareketlilik.
Oysa modern şehir herkese açık kamusal mekânların olduğu yerdir.
Her türlü etkinlik görünür haldedir, isteyenin belli şartlarda gidebileceği kıvamdadır.
Ah Ege kasabaları, birbirine benzerler ve ketumdurlar!..
Denizden beslenen güzelliklerini esrarlı bir elmas gibi en dipte saklayıp sınırlı bir kesime açarlar.
Eğer iyi bir göz’ünüz yoksa siz bu kasabaların yüzey bölümünde yaşar, en dipteki elması bulmayı aklınıza bile getirmeyebilirsiniz.
Sizin ferasetinize kalmış bir şey.
Bazen bulamadığınız o şey can sıkıntısı olarak karşınıza gelir; tıpkı Necati Cumalı’nın “Yağmurlar ve Topraklar” romanında Urla’da avukatlık yapan romanın kahramanı Nihat’a:
(…Büyük kentlerin sanat edebiyat tutkusu, dünyayı değiştirme çabaları, mutluluk arayışı, toplumsal sorunları ayak atmamıştı buraya.) dedirttiği gibi.
Ve giderek bu duygu gene romandaki gibi (...kasaba akşamlarının hüznünü, tek düze yaşamasının sıkıntısı…) kolaylıkla dönüşebilir.
Diyebilirsiniz ki her şehrin sıkıntısı yok mudur?
Büyük şehirler bu duygudan azade midir? Sanmıyorum.
Baksanıza Charles Baudelaıre; romantik, neşeli, hayat dolu olarak gördüğümüz Paris şehrinin bin bir yüzünü dizelere dökerken en çok şehrin ışıklarındaki, yollarındaki, parklarındaki ve ruhundaki yoğun sıkıntıyı dile getiriyor, “Paris Sıkıntısı” kitabında.
Eleştirmen Gustave Bourdin’nin, “…Bazıları sıkıntı denilen soylu ayrıcalığa sadece Londra’nın sahip olduğunu, neşeli Paris’ in ise bu kara ayrılığı hiç tanımadığını sanıyor.” dediği gibi.
Demek ki algılarımıza yerleşen neşeli, aşkların, sevdaların, sanatın şehri Paris şehri bile insan ruhuna bu sıkıntıları zerk edebiliyorsa…
Urla’ya çok da suç bulabilir miyiz?
Emin değilim…
Anlatacak çok şey var ama bana göre Ege kasabaları İzmir’in birer cüzü gibidirler. Bütün sıkıntılarına karşın içindeki devingenliği kendi arkadaş gruplarıyla aşanlar için sığınılacak birer ada’dır buralar…
Bu yüzden hepsinde havalı bir eda, ele avuca sığmayan hercailik görülür.
Bu huy çekmesini dikkatli bir göz okuyabilir; hiç kimseyi beğenmeyen, burnu havada bir Çeşme, elit olayım derken herkese gönlünü kaptırmış bir Alaçatı, eğitim için gittiği Amerika’dan yeni dönmüş evin kibar ve akıllı kızı Urla, İstanbul’a yakınlığından olsa gerek entelektüel olduğunu iddia eden bir Foça, sakin ama bir o kadar asi tavrıyla denizin en ucundaki koya kendini saklamış Karaburun, kabına sığmayan, dünyaya açılma çabaları içinde Seferihisar, taa Kuşadası’na kadar koylara dantel güzelliğinde dağılan Özdere, Gümüldür; Osmanlı’dan beri bir liman şehri kimliğini korumuş İzmir’e tarımsal ürünleri yetiştirip Dış ülkelere satılması konusunda destek veren Ödemiş, Tire, sanayi malı üreten bir Aliağa ve daha sayamadıklarımız…
Hepsini topladığınızda İzmir’e ulaşıyorsunuz. O büyük bahçeli evin içinde toplanmış olan ailenin mutad bir Pazar günü yemeği…
Bu haşarı kızlar bazen birbirini kıskanıyor, masadaki yerini beğenmiyor ama sonuçta biri olmadan diğerinin rahat edemediği bir hissiyat var aralarında; yalnızlık onlara iyi gelmiyor.
Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın İstanbul için dediği gibi "…sisin her şeyi bir kalemde sildiği bu saatte İstanbul semtleri bir birini arıyor. Kanlıca, Emirgan’ı kaybettim diye korkuyor, İstinye Çubuklu’ya evlerinin camlarından bir yığın ayna uzatıyor, Bebek, Vaniköy’ün ve Kandilli’nin hasretinde; Beylerbeyi Süleymaniye beni görmüyor diye çıldırıyor.
Ben onları en son gelen kelimede İstanbul kelimesinde birleştiriyorum." [3]
Urla şimdilik bu kadar…
Ama anlatacak daha çok hikâye var…
Onları da gelecek günlerde anlatırız…
[1] Tufan Atakişi, Çağlar Boyu Urla, Atadost Yayınları, 2020, İzmir
[2] Besim Uyal, Urla ve Nostalji, 2000, Urla( Kendi yayını)
[3] Ahmet Hamdi Tanpınar, Hep Aynı Boşluk, Dergah Yayınları, 2016, Shf.282.
Meryem Sezgin 4 Yıl Önce
E güzel betimlemiş siniz
HASAN ZEKİ SUNGUR 4 Yıl Önce
Bir Urlalı bu kadar güzel anlatamazdı Urlayı... İzmir den 1 yılığına gelip sığındığım bu limanı şimdi daha çok sevdim ve öğrendim. Teşekkürler Salim bey.
Savaş DOĞRUSÖZ 4 Yıl Önce
Çok güzeldi. Ama Dikili ve Çandarlı 'yı unutmuşsun. Kalemine sağlık.
Gürol Tulunay 4 Yıl Önce
Salim Usta, üçüncü yorumumu yazmıyacağım. Biraz uzun yazdım diye mi bilmiyorum diğer ikisi uçup gitti. O nedenle bununla yetineceksin. Sana yaz Urlayı yaz demekte haklıymışım. Yaz Ustam Sen yaz. Büyük bir keyifle ikinci kez bir daha okudum. Sen bu işi iyi hatta çok iyi yapanlardansın. Gözlerinden öper esenlik ve sağlıklar dilerim hepinize...